ANAYASA MAHKEMESİNİN GELİR VERGİSİ TARİFESİNİN %35 DİLİMİNİ ÜCRETLİLER BAKIMINDAN İYİLEŞTİREN KARARI ÜZERİNE
Özet
2006 yılı öncesinde
ücret gelirleri ve diğer gelirlere iki ayrı vergi tarifesi uygulanmakta iken,
5479 sayılı Kanunla iki ayrı tarife uygulaması sona erdirilmiş ve 2006 yılı
gelirlerinden itibaren tüm gelirler için tek vergi tarifesi uygulamasına
geçilmiştir. Yasal düzenleme ve uygulama bu yönde iken, Gelir Vergisi kanununun 103. maddesine 5479 Sayılı Yasa’nın 1. maddesi
ile getirilen “… fazlası % 35 oranında…” ibaresinin Anayasa’ya aykırılığı
Anayasa Mahkemesi’nde hem doğrudan dava açılmak ve hem de vergi yargısı
mercilerince ileri sürülen iddialar ciddi bulunmak suretiyle Anayasa
Mahkemesi’nde dava konusu olmuş, Anayasa Mahkemesi aynı konuda birleşen çok
sayıda dosya üzerinden verdiği 15.10.2009 tarih, 2006/95 E., 2009/144 K. sayılı
kararı ile tarifenin dördüncü gelir dilimine giren ve aynı geliri elde
eden yükümlülerin vergi yükü, ücret dışı gelir sahiplerinin lehine değişirken
ücretlinin aleyhine değiştiği ve mali güce göre vergilendirme ilkesine aykırı
olarak ağırlaştırıldığı, bu durumun Anayasadaki “adaletli bir ücret elde etme” ilkesi ile bir arada
değerlendirildiğinde “adalet”
ilkesini de zedelediği görüşü ile, yeni tarifede yer alan ve tarifenin 40.000
YTL’den fazlasının 40.000. YTL’si için 9.190 YTL, ibaresinden sonra gelen “… fazlası % 35 oranında…” ibaresini, “ücret gelirleri” yönünden Anayasa’nın 2
ve 73. maddelerine aykırı bulunarak iptal etmiştir.
Anahtar
Kelimeler
Anayasa
Mahkemesinin 15.10.2009 tarih, 2006/95 E., 2009/144 K. sayılı kararı, Gelir
Vergisi Tarifesinin İptali, 6009 Sayılı Yasa, Anayasa Md. 153, Anayasa
Mahkemesi Kararlarının Geriye Yürümezliği, İhtirazi kayıtla Ödenen Verginin
Faiziyle İadesi, Vergi Sorumlularının Dava Açma Ehliyeti, VUK'a Muhalefet.
Konu
Anayasa Mahkemesi’nin
anılan 15.10.2009 tarih, 2006/95 E.,
2009/144 K. sayılı kararının iptal gerekçesi şu şekildedir:
“…
Dava konusu kuralın da yer aldığı yeni gelir vergisi tarifesi ile önceki tarife
karşılaştırıldığında, yeni tarifenin ilk üç dilimine giren ücretlinin vergi
tutarı önceki tarifeye göre daha düşük iken, %35 vergi oranlı dördüncü dilimine
giren ücretlinin vergi tutarının öncekine göre daha yüksek olduğu
görülmektedir. Karşılaştırma, ücretliler ile ücret dışı gelir elde eden diğer
yükümlüler arasında yapıldığında, bu dilimde ücretlilerin üzerindeki yükün
diğer gelir vergisi yükümlülerine göre yükseldiği, yeni tarife ile ücretlilerin
vergi yükü artırılırken diğer gelir vergisi yükümlülerinin yükünün azaldığı
ortaya çıkmaktadır. Yeni tarifenin dördüncü dilimine giren ve aynı geliri elde
eden yükümlülerin vergi yükü, ücret dışı gelir sahiplerinin lehine değişirken
ücretlinin aleyhine değişmiş ve mali güce göre vergilendirme ilkesine aykırı
olarak ağırlaştırılmıştır. Ücret geliri elde edenlerin mali gücü ile gelirin
niteliği ve kişisel durum arasında bağlantı kurulmamıştır. Yasa koyucu vergi
oranlarını belirlerken ücret geliri elde eden yükümlülerin ekonomik ve kişisel
durumunu göz önüne alacak bir sistem getirmemiştir.
Oran,
verginin asli unsurlarından olup mali gücü etkileyen en önemli ölçütlerden
biridir. Vergi oranı ile vergiye tabi gelirin niteliği arasında doğrudan
bağlantı vardır. Vergilendirmede farklı nitelikteki gelirlerin ayrı
vergilendirme yöntem ve oranlarına tabi tutulması, vergi adaletinin sağlanması
için gereklidir.
Yasa
koyucu vergilendirme yetkisini kullanırken, anayasal kurallara uymak ve vergi
yükünün adalete uygun ve sosyal amaçlı dağıtımını sağlamak koşuluyla, gelir,
servet veya harcamanın vergilendirilmesinde konulara, nitelik veya miktarlara
göre kimi değişik ölçütler getirebilir, gelirin unsurlarına ve miktarına göre
ayrı yükümlülükler ve oranlar belirleyebilir. Ücret gelirlerinin diğer gelir
unsurlarına göre salt emeğe dayalı olarak elde edilen gelir niteliğinde olması
ve vergi baskısının yüksekliği nedeniyle özellikle bu geliri elde edenlerin
ekonomik durumları ile vergi oranları arasında doğrudan bir bağlantının
kurulmaması ve ücretlilerden vergi alınırken mali gücün göz ardı edilmesi
düşünülemez.
Anayasa’nın
55. maddesinde ücretin emeğin karşılığı olduğu, Devletin çalışanların
yaptıkları işe uygun adaletli bir ücret elde etmeleri ve diğer sosyal
yardımlardan yararlanmaları için gerekli tedbirleri alacağı belirtilmiştir.
Anayasa, ücreti, diğer gelirlerden farklı olarak özel şekilde düzenlemiş, bu
düzenlemede ücretin özellikli ve ayrık durumunu gözeterek, Devlet’e “adaletli
bir ücret” için tedbir alma görevi vermek suretiyle koruma altına almıştır.
Anayasa’nın 73. maddesindeki “mali güç” ilkesi ile 55. maddesindeki “adaletli
bir ücret elde etme” ilkesi bir arada değerlendirildiğinde, ücret gelirlerinin
ücret dışında elde edilen gelirler ile aynı oranda vergiye tabi tutulması ve
hiçbir önlem alınmadan ücrette azalmaya neden olacak şekilde yükseltilmesi,
“adalet” ilkesini de zedeler.
Açıklanan
nedenlerle, 193 sayılı Yasa’nın 5479 sayılı Yasa’yla değiştirilen 103.
maddesinde yer alan tarifenin 40.000 YTL’den fazlasının 40.000 YTL’si için
9.190 YTL, ibaresinden sonra gelen “… fazlası
% 35 oranında …” ibaresi, “ücret gelirleri” yönünden Anayasa’nın 2. ve
73. maddelerine aykırıdır. İptali gerekir.”
Sözkonusu
iptal kararı ile ilgili duyuru 15.09.2009 tarihinde Anayasa Mahkemesi’nin
internet sitesinde yapıldı.
2009 Yılı Ekim, Kasım ve Aralık Aylarına İlişkin İade
Davaları
Anayasa
Mahkemesinin iptal kararının duyulması ile, ücretlilere, %35 oranında
vergilendirildikleri dönemlerle ilgili olarak iade olanağı doğmuş oldu. Bu
iadenin kimler tarafından, ne şekilde, hangi ölçüde ve zaman diliminde
alınabileceğiyle ilgili çok sayıda fikir ortaya atıldı.
Bu
fikirler, yer yer Türk Vergi Hukukunun ilkelerini ve kabul gören düşünceleri de
test etmeye başladı. Tartışmalar öncelikle;
Bu
iade davasının vergi sorumlularınca açılıp açılamayacağı, eğer açılabilir ise
iadenin vergi sorumlusuna mı yoksa doğrudan vergi mükellefi çalışana mı
yapılacağı, eğer vergi sorumlusuna yapılırsa, bu iadenin vergi mükellefi çalışana
ulaştığının nasıl takip edilebileceği,
Yine,
iade davalarının kim tarafından açılabileceği konusuyla bağlantılı olarak,
toplu olarak mı yoksa ayrı olarak mı açılacağı,
Bu
iade davasında faiz talep edilmesinin mümkün olup olmadığı,
İade
talep edilecek dönemin Ekim 2009 dönemi sonrası mı olduğu, yoksa geriye dönük
olarak tarh zamanaşımınca iade talep etmenin mümkün olup olmadığı,
İade
davasının hem vergi sorumlusunca ve hem de vergi mükellefi davacı tarafından
ayrı ayrı açılması durumunda mükerrerliğin nasıl tespit edileceği,
Bazı
vergi sorumlularının bu davayı açmak istememesi durumunda vergi mükellefi
davacılarca bu davanın nasıl açılabileceği,
konularında
yoğunlaştı. Özellikle, Danıştay 4. Daire’nin bu tür davaların vergi
sorumlularınca açılabileceği ancak Danıştay 3. Dairenin bu tür davaların vergi
sorumlularınca açılamayacağı yönündeki ağırlıklı içtihadı çözülmesi gereken ilk
usul sorunu oldu. eğer vergi sorumluları dava açamayacak ise davaların
çalışanlarca münferiden açılması gerekecek, böylece binlerce iade davasının
açılması sözkonusu olabilecekti.
Bu
konuda Ankara ve Kayseri Vergi mahkemelerince, Danıştay 3. Daire’nin “vergi
sorumluları iade davası açamaz” içtihadı doğrultusunda verilen kararlarının
usul yönünden bozulması ile ilk usul sorunu, vergi sorumlularının bu davaları
açabileceği yönünde çözümlenmiş oldu.
Sadece
bu karar, sözkonusu davanın Türk Vergi hukukuna yaptığı önemli bir katkı olarak
kabul edilebilir. Zira, o zamana kadar, vergi sorumlularının dava
ehliyetlerinin bulunup bulunmadığı “ülke çapında” açılan davalarda
tartışılmamış, münferit dosyalarda yapılan sıra dışı bir usul sorunu olarak
kalmıştı. Oysa, binlerce, belki on binlerce vergi davası açılmasının gündeme
gelmesi karşısında tercihin “usul/dava ekonomisi”nden yana konması yıllardır
çözülememiş bir usul sorunun aşılmasını sağlamış oldu.
2010 Yılı Ocak Ayı İle 2010 Yılı Temmuz Ayı Arasındaki
Dönem
Sözkonusu
iade davaları Ekim 2009 döneminden itibaren her ay ihtirazi kayıtla verilen
muhtasar beyanname kapsamında açılmaya başladığında sonra gözler Anayasa
Mahkemesinin yayınlayacağı gerekçeli karara çevrildi. Anayasa Mahkemesi’nin gerekçeli
iptal kararı 08.01.2010 tarih ve 27456 sayılı Resmi Gazete’de yayımlandı.
Anılan karar, iptal
kararının (yukarıda alıntıladığımız) gerekçesini kamuoyuna duyurmakla beraber;
“1. maddesiyle değiştirilen 193 sayılı Yasa’nın 103. maddesinde yer alan
40.000 YTL’den fazlasının 40.000 YTL’si için 9190 YTL, ifadesinden sonra gelen
“… fazlası % 35 oranında …” ibaresinin, “ücret gelirleri” yönünden iptal
edilmesi nedeniyle doğacak hukuksal boşluk kamu yararını ihlal edici nitelikte
görüldüğünden, Anayasa’nın 153. maddesinin üçüncü fıkrasıyla 2949 sayılı
Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 53.
maddesinin dördüncü ve beşinci fıkraları gereğince İPTAL HÜKMÜNÜN, KARARIN
RESMİ GAZETE’DE YAYIMLANMASINDAN BAŞLAYARAK ALTI AY SONRA YÜRÜRLÜĞE GİRMESİNE,”
demek suretiyle yeni
hukuki tartışmalar başlattı. Bu defa, 08.01.2010 sonrasında, Vergi İdaresi,
kararda da atıfta bulunulan Anayasa’nın 153. maddesinin üçüncü fıkrasıyla 2949
sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un
53. maddesinin dördüncü ve beşinci fıkralarına dayanarak 2009 yılı Ekim ayından
bu yana açılmakta olan iade davalarının reddedilmesi gerektiğini, zira Anayasa
Mahkemesi kararlarının geriye yürümeyeceğini daha güçlü savunur oldular.
Anayasa
Mahkemesi’nin, iptal ile oluşan yasal boşluğun giderilmesi için gerekçeli
kararın resmi Gazete’de yayımlanmasından itibaren verdiği 6 aylık süre 8 Temmuz
2010 tarihinde dolmasına rağmen, yasama organı elini hızlı tutmadı, bu süre
dolduktan sonra 23 Temmuz 2010 tarihinde ilgili düzenlemeyi yaptı ve 6009
sayılı “Gelir Vergisi Kanunu İle Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde
Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” 1 Ağustos 2010 tarih ve 27659 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak
yürürlüğe girdi.
Gelir İdaresinin
“ortada yasal boşluk yok, yeni yasal düzenleme yapılana kadar iptal edilen
hüküm yürürlüktedir, yeni yasal düzenleme yürürlüğe girdikten sonra da yeni
düzenleme geçerlidir” savunmasına “destek” verecek bir takvim ile işleyen
anılan yasama çalışmasına rağmen, idari yargının “(bireyler lehine) iptal
edilen hükümler devam eden davalarda tatbik edilmez” ilkesi 2009 yılının Ekim –
Aralık 2009 dönemi davalarında uygulama sahası buldu. Böylece, bu davaların
Türk Vergi Hukukunda pekiştirdiği ikinci ilke; “(bireyler lehine) iptal edilen
hükümler devam eden davalarda tatbik edilmez” ilkesi oldu.
Vergi İdaresinin; bu
ilkenin Anayasanın 153. Maddesine aykırı olduğu, kamu menfaat ve hukukunu ihlal
ettiği, iptal hükmünün 6 ay ertelenmesi hükmüne de ters düştüğü savunmalarının
kabul görmemesi mükellef hukukunun esaslı bir kazanımı oldu. bu ilkenin
temelinde; belirli bir yasa hükmünü huzurdaki davada tatbik edecek olan her bir
mahkemenin, bu yasa hükmüyle ilgili olarak iptal müracaatında bulunabilmesi
yetkisi olduğuna göre, zaten bu yetkinin kullanılıp hatta iptal kararı da
verilmiş bir uyuşmazlıkta hala iptal öncesi hükmü uygulamaya devam etmesinin temel
insan hak ve özgürlüklerine aykırı olduğu inancı ve anlayışı bulunuyor.
Ne var ki, 6009
Sayılı Yasanın asıl sürprizi, 1 Ağustos 2010 tarihinde yürürlüğe girmesine
rağmen, iptale konu tarifeyle ilgili düzenlemesinin, gelir verginin dönemsel
(yıllık) bir vergi olması dolayısıyla, ortada bulunmadığı iddia olunan 1 Ocak
2010 – 30 Haziran 2010 dönemi “boşluğunu” doldurmak üzere 1 Ocak 2010
tarihinden itibaren geçerli olacak şekilde yürürlüğe koyması oldu!
Vergi İdaresi bir
yandan, “boşluk yok”, savunması yaparken, Yasama Organı iptal edilmiş 2009 yılı
tarifesinin de, henüz ilan edilmemiş 2010 yılı tarifesinin de bulunmadığı bir
zamanda, Temmuz 2010 tarihinde, geçmiş 6 aylık dönemi de kapsayacak ve tüm 2010
yılını kapsayacak şekilde yasal düzenleme yapmış, ortada şekli anlamda bir
“boşluk” bırakmamıştı.
Yasama Organı, iptal
ile oluşan şekli boşluğu ortadan kaldırırken bu defa işin esasında Anayasa
Mahkemesi’nin kararında belirtilen Anayasa’ya aykırılık unsurlarını düzeltmedi,
sadece iptal öncesinde ücretliler için 40.000 TL üzerinde uygulanan % 35 tarife
dilimini 76.200 TL’ye yükseltmekle yetindi, bu düzenleme ile ücretlilerin
elinde kalacak vergi sonrası geliri azami 2.100 TL artırdı.
Elbette, bu yasal
düzenlemenin yapıldığı Temmuz 2010 tarihinde Türkiye’nin Anayasa mahkemesinin
esas hakkında denetim yapamayacağı düzenlemelerini içeren “Anayasa Paketi” ve
“2010 Referandumu” ikliminin etkisinde olduğunu anımsamakta yarar var.
Nitekim, bu
referandumda, Anayasa paketi geçtikten sonra Anayasa Mahkemesinin uyuşmazlık
konusu olaya bakışında bir değişiklik gözlenmeye başlandı.
Tam bu dönemde, 2009
yılının Ekim – Aralık dönemleri için açılan davalarda tüm Türkiye’de Vergi
mahkemeleri davaların kabulüne karar vermeye, 2009 yılı davaları bakımından
iadeye hükmetmeye başladı ki, aynı dönemde 2010 yılı Ocak ve Şubat dönemi
davalarında da bu defa ret kararları gelmeye başladı.
Anayasa Referandumu
sonrası yargının yeniden yapılandırılmış olmasının tüm bu gelişmelere etkisi
elbette belirsiz kalacak, çünkü bunu ölçebilecek bir mekanizma yok ancak, o
dönem sonrasında Anayasa Mahkemesinde işaret edilen ücretli gelir vergisi
mükellefleri ile beyanname veren mükellefler arasındaki fark giderilmemiş
olmasına rağmen, devam eden döneme ilişkin davaların tamamı davalı Vergi
İdaresi lehine sonuçlanmış oldu.
Nihayette, 6009
Sayılı Kanunun anılan Anayasa Mahkemesi kararındaki gerekçelere uygun olmadığı,
tarife diliminin ücretliler lehine genişletilmesi ile getirilen 2.100 TL
artışın ücretli mükellefler ile beyanname veren mükellefler arasında eşitsizlik
yaratan Gelir Vergisi Kanununun 89. Maddesinde yer alan eğitim, sağlık ve
sigorta prim ödemeleri dahil, beyanname üzerinden indirilebilen harcamaların
getirdiği avantajı telafi etmediği gerekçesiyle açılan iptal davasında Anayasa
Mahkemesi bu defa 6009 sayılı yasanın Anayasaya aykırı olmadığına hükmetti.
Sonuçta, bu davada
konunun tüm taraflarının aldığı üçüncü ders; Anayasa Mahkemesinin artık esas
denetimi yapmayacağı, yasama organının 2.100 TL olarak takdir ettiği bir
tutarın, beyanname veren mükellef bakımından bunun on, yirmi katına ulaşan
olanaklara “denk sayılması gerektiği yönündeki takdirini” değerlendirme ve
yargılama konusu yapmayacağı dersi oldu.
Danıştay
4. Daire’nin, Eko-Elda Avee / Yunanistan Davasına Atıflı İadenin Faiziyle Birlikte
Yapılması Gerektiğine İlişkin Kararı
Bu davada iadeye
yasal olanak bulunup bulunmadığı yoğun tartışma konusu iken, Danıştay 4.
Daire’nin 06.10.2011 gün, 2011/5499 E., 2011/6892 k. Sayılı kararı gündeme
bomba gibi düştü: Danıştay 4. Daire, bu kararında, AİHM tarafından verilen
Eko-Elda Avee/Yunanistan davasına atıfta bulunarak iadenin yasal faizi ile
birlikte yapılması gerektiğine hükmetti. Bu kararını da Danıştay’ın web
sitesinde yayınladı. Bir yandan, 6009 Sayılı Kanunun artık adil ve Anayasaya uygun
olduğu kararı verilir, bir yandan 6009 sayılı Kanunun 2010 yılı Temmuz ayında
çıkmasına rağmen, Ocak 2010 döneminden Kanunun henüz çıkmadığı Temmuz 2010
dönemine kadar yasal boşluk oluşmadığı kararları çıkarken, aynı zamanda 2009
yılı Aralık ayına ilişkin bir davada “aslında faiz talep etseydiniz faiz de
alabilirdiniz” kararı çıkması konunun taraflarının kafasını daha da karıştırdı.
Tüm bunlar olurken,
bir yandan da, şahsına ait iade davası açılmamış olanlar eski ve mevcut
şirketlerinin bu davaları açma sürelerini geçirdiğini / kaçırdığını öğreniyor,
uğradıkları mağduriyetin giderilmesini talep ediyorlardı. Kimi, vergi sorumlusu
olarak düzeltme ve şikâyet yoluna müracaat etmeyi, kimi eski işverenine dava
açmayı, kimi kişisel olarak vergi dairesine düzeltme yoluyla müracaat etmeyi
veya doğrudan dava açmayı denediler. Vergi İdaresi, zamanında ihtirazi kayıtla
beyan edilmeyen ve süresi içinde dava konusu yapılarak mahkeme ilamına
bağlanmayan iadeleri yapmamakta direndi. Zaten, 2009 Ekim – Aralık dönemi dışında
açtığı davada olumlu sonuç alıp iadeye kavuşan da olmadı.
Bu davalarda
öğrenilen dördüncü unsur, 2009 yılı davalarında faiz talep edilse idi,
alınabileceği oldu. Danıştay 4. Daire’nin AİHM kararına atıfta bulunduğu bu
sürpriz kararı bir sonraki “ihtirazi kayıtla beyan ve iade talebi” davasında
kullanılmak üzere dosyalara kaldırıldı.
2009
Dönemine İlişkin Davaların Takip Eden Döneme İlişkin Davalardan Farkı Hukuki
Mi, İktisadi Mi?
Bu davaların Türk
Vergi Hukukuna kritik etkisi, burada saydığımız ilk 4 konudaki gelişmelerden
ibaret olmadı. Bunların hepsinin ötesinde, Vergi usul Kanununun 3. Maddesinde
düzenlenen ve “vergilemede özün önceliği” olarak tanımlanan ilkede “yeni
anlayış” getiren bakış açısının yarattığı kafa karışıklığı oldu.
Ücretlilere vergi
iadesinin kaldırılması sonrası getirilen asgari geçim indirimi, ücretlilere
vergi iadesinin getirdiği katkının çok altında kalmış, buna mukabil, Gelir
Vergisi kanunun 89. Maddesi, beyanname üzerinden indirim hakkı tanıdığı eğitim,
sağlık ve sigorta primi gelirleri ile ücretlilerin asgari geçim indirimi ile
sağladığı vergisel avantajın yüz katına varan avantajlar elde etmekte iken iptal
kararı verilmiş, iptal kararında bu eşitsizliğe vurgu yapılmıştır. Yasama
organı, ücretliler lehine yıllık 2.100 TL vergi avantajı sağlamak suretiyle
ücretliler ile beyanname veren mükellefler arasındaki eşitsizliğin onda,
yirmide birini telafi etmiş ancak bu düzenleme Anayasa Mahkemesince “Anayasaya (hukuka)
uygun” bulunmuştur.
Durum böyle olunca,
çeşitli hukuki düzenleme ve kurumların ardında bir “vergilemede özün önceliği”
ülkesine uygun düşecek, iktisadi bir adalete ve eşitliğe ulaşmak mümkün
olmamış, bunca dava sonrasında ulaşılan şekli bir hukuki eşitlikten ibaret
kalmıştır.
Bu davanın olumsuz
karakteri, Türk Vergi Hukukunun, “özün önceliği” ilkesini vergi idaresi
aleyhine yorumlama ve uygulamada çekingen ve denge gözeten yönünün ortaya
çıkmış olmasıdır. Belirli aralıklarla ortaya çıkan bu “kamusal refleks”, vergi
hukukunu bir “mükellef hukuku” alanı olmaktan çıkarıp “kamunun hukuku” alanına
kaydırıyor.
Türk
Vergi Hukukunda Özün Önceliği İlkesinin Geleceği Üzerine Birkaç Söz
Özün önceliği ilkesi,
çift taraflı işleyen bir mekanizmadır. Vergi uyuşmazlıklarında bu ilkeye bazen
mükellefler, bazen de vergi idaresi sarılır. Öyle olunca da, bu ilke bazen
mükelleflerin imdadına yetişir, bazen vergi idaresinin.
Ancak, son zamanlarda
bu “dengeli” durum vergi idaresi lehine bozulmak üzere. Özel anlamda Vergi
İdaresi, genel anlamda Devlet, elindeki üstün kamu gücünü kullanarak bu ilkenin
hukuki ve iktisadi yapısını etkileyerek mükelleflerin sığınabileceği bir alan
olmaktan çıkarmaya başladı. Bu ilkenin yarattığı “yaşam alanı” daralan
mükellefleri daha kolay eleştirebilir, zor duruma daha kolay düşürebilir oldu.
Vergi hukuku bir “mükellef hukuku” alanı olmaktan çıkarıp “kamunun hukuku”
alanına dönüşmeye başladı. Yasama organının yürütmenin kontrol ve
yönlendirmesinde olduğu, yargının da yasama organının tasarruflarını sadece
usul bakımından denetleyebildiği rejimlerde, yürütme dolaylı yoldan yargıyı da
kontrol altına almış oluyor.
Mükellefin yargıya müracaat
etmek yerine, bizatihi mağduriyet yaşadığı “yürütme gücünden çare bekleme”
durumuna düşürülmesi doğal olarak kuvvetler ayrılığı ve güçler dengesine dayalı
parlamenter rejimin de işlevsizleşmesine yol açıyor.
Sonuç ve
Değerlendirme
Bu dava, dönemi ve hukuki
yapısı itibariyle, Türk Vergi Hukukunun fay hatlarını ortaya çıkaran, yasama ve
yargı organlarının kabul, değer ve fonksiyonlarını ortaya koyan bir dava olarak
hukuk tarihimizde yerini aldı. Daha önce vergi hukukunda görülen tek bir
davanın bu kadar çok sayıda kişiye, mahkemeye, kuruma, kanuna ve sonuca
ulaştığı, bu kadar çok farklı ilke ve sonucu tetiklediği pek görülmedi. Dava
süresinde yapılan yasa ve Anayasa değişiklikleri de davanın hikâyesi içindeki
yerini aldı. Diğer yandan, bu davanın etkilerinin bundan sonraki benzer
davalarda da devam edeceğini söylemek yanlış olmaz.
Detaylı bilgi için:
Çetinkaya Hukuk Bürosu | www.cetinkaya.av.tr | clo@cetinkaya.av.tr | Tel: +90 212 212 99 55 | Fax: +90 212 212 79 71
Mecidiye Cad. Cevher Apt. No: 3/6 Mecidiyeköy 34387 Şişli - İstanbul
Av. Oğuz ÇETİNKAYA | oguzcetinkaya@cetinkaya.av.tr |
İndir